Yeni Sitemiz www.tikmatik.net Herkezi Bekleriz..
Konulara Cevap Yazabilmek İçin Üye Olmalısınız...
Forumdaki Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmalısınız !

Join the forum, it's quick and easy

Yeni Sitemiz www.tikmatik.net Herkezi Bekleriz..
Konulara Cevap Yazabilmek İçin Üye Olmalısınız...
Forumdaki Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmalısınız !
Yeni Sitemiz www.tikmatik.net Herkezi Bekleriz..
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Aşağa gitmek
BuRaK
BuRaK
Yönetici
Yönetici
Erkek Mesaj Sayısı : 361
Yaş : 34
Nerden : Türkiye
İş/Hobiler : İnternet
Puan : 3095
İtibar : 5
Kayıt tarihi : 15/07/08
https://forumunadresi.catsboard.com

Kuşeyrî Tefsirinde Besmelenin tahlili Empty Kuşeyrî Tefsirinde Besmelenin tahlili

Paz Ocak 24, 2010 11:51 am
Kuşeyrî ve Tefsiri: Letâifü'l-İşârât

Abdülkerim ibn Havazin ibn Abdülmelik ibn Talha Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî, 986 (H. 376) yılında Nisabur civarındaki Ustava kasabasında doğmuştur. Lakabı "Zeynü'l-İslâm", yani "İslâm'ın süsü"dür (Zehebî 1313, 17:250). Arap olan Kuşeyr kabilesine nispetle Kuşeyrî olarak anılan Abdülkerim, sofî müelliflerdendir.


Kuşeyrî, maliye okumak için Nisabur'a giderken orada, tevafuk eseri, devrin büyük mutasavvıflarından Ebu Ali el-Hasan ibn Ali ed-Dekkâk'ın (412/1021) bir meclisinde bulunur ve bunun tesiriyle tasavvuf dairesine girip, ona intisap eder. Çok kabiliyetli olduğu için, bu ilk hocasından hususî ilgi görür. Ebu Bekir Muhammed ibn Ebî Bekir et-Tusî'den fıkıh dersi almasını isteyen hocasının tavsiyesi üzerine fıkıh okur; aynı tavsiye ile, kelâm alimi Ebû Bekir Muhammed ibn Hasan el-Fûrek'ten kelâm tahsil eder (a.g.e., 18:228). Bir çok mühim âlimden daha ders aldıktan sonra, bütün Horasan'ın tasavvufta en büyük üstadı haline gelir (Ateş, 1993, 6:1035).

Kuşeyrî'nin, hayatın her alanında başarılı ve becerikli bir mütefekkir olduğu hususunda ittifak vardır Özellikle "zikir" meclislerinde müritleri arasında oturup, onların sorularına tatmin edici cevaplar vermesi ve kendisine anlatılan ruhî halleri kavrayıp izah ve tefsir etmesi fevkalâde idi. Akîdede Eş'arîliği, fıkıhta Şafiî mezhebini benimseyen Kuşeyrî, kendisi Hanefî ve Sünnî olan Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'in veziri Mutezilî Ebû Nasr Muhammed ibn Mansur el-Kündürî'nin, Ebu'l-Hasen el-Eş'arî (324/935) aleyhinde başlatmış olduğu aleyhtarlık neticesinde harekete geçip, Eş'arî'nin "hadis ashabı"ndan ve "Ehl-i Sünnet"ten büyük bir imam olduğunu, akidesinin de Ehl-i Sünnet akidelerine tamamıyla uygun bulunduğunu anlatan bir fetva verdi (Sübkî, 2:259).

Bu hadiseyi takiben 1045 yılında "imla meclisleri" oluşturup, hadis yazdırmaya başladığı söylenen Kuşeyrî, Eş'arî aleyhtarlığının yanlış olduğunu talebelerine anlatmış ve müteakip yıllarda İslâm ülkelerindeki âlimlere hitaben "Şikâyâtü Ehli's-Sünne bi Şikâyâti mâ Nâlehüm mine'l-Mihne" adını verdiği çok uzun bir mektup kaleme almıştır (Ateş, 6:1036). Fakat, değişik sebeplerle kendisine rahat vermeyen Kündürî tarafından hapse atılmış ve yakınlarının yardımı ile hapisten çıktıktan sonra hacca gitmiştir. Dönerken Bağdat'a uğramış (448/1056) ve geniş bilgisi, şairliği ve belâgatı ile Abbasî halifesi el-Kaim Biemrillah'ın teveccühlerini kazanmıştır (eş-Şirazî, 1:251).

Sultan Alparslan'ın hükümdar olup, Kündürî'yi idam etmesinden sonra Bağdat'tan memleketine dönen Kuşeyrî -ki ta Mekke'de iken "keşif yolu ile" onun öldürüldüğünü arkadaşlarına söylemişti (Ateş, 6:1036)- hayatının bundan sonraki son 25 yılını hadis yazdırmak ve eserler okutmak suretiyle geçirdi ve miladî 1072'de (h. 465) vefat etti. Kaynakların verdiği bilgiye göre, Kuşeyrî'nin 25 kadar eseri vardır (Zehebî, 18:232). Tefsir alanında et-Tefsîrü'l-Kebîr ve "Besmele" ile ilgili yorumu üzerinde duracağımız Letâifü'l-İşârât bi Tefsîri'l-Kur'ân" adlı işarî tefsiri, çok kıymetlidir.

Letâifü'l-İşârât bi Tefsîri'l-Kur'ân

Bu eser, işarî tefsir geleneğine uygun bir şekilde yazılmasına rağmen, tasavvufî tefsirler içinde anlaşılması en kolay olup, edebî fakat anlaşılır bir üslupla kaleme alınmıştır. O, meselâ, âyetlerin zahirî manâlarıyla çok ilgili gibi görünmeyen ve müellifi hakkında ağır ithamlarda bulunulmasına yol açan yorumlar ihtiva eden Muhiddin ibn Arabî'nin tefsiri gibi değildir.
Kuşeyrî'nin söz konusu tefsirinin belirgin özellikleri şunlardır: Tefsir'de geçen hemen bütün tasavvufî fikirlerin Kur’ân'dan bir aslı ve Sünnet'ten bir dayanağı vardır. Onda, İlâhî Kelâm'ın emin yorumcuları sayılan işaret ehli, tasavvufî düşünceleri için en güzel bir tatbik alanı bulur. Tefsirde her lâfzın kendine özgün bir edası ve her kelimenin yerine göre farklı bir anlamı ortaya konmuştur.

İşaret ehli, Kur’ân'daki tekrarların parlak bir hikmeti olduğunu kabul eder. Bu sebeple Kuşeyrî'ye göre, Kur’ân sûrelerinin başlarında bulunan her bir "besmele," bulunduğu sûreden bir âyettir. Her sûre için tekrar edilen besmele, her sûrenin umumî muhtevasına uygun bir işaret ve mânâyı haizdir ki, bu, çok özgün bir yorumdur. Böylece her "besmele", bulunduğu sûrenin muhtevasına göre, diğer sûrelerin başında yer alan besmele'nin anlamından başka anlamlar da ihtiva eder. Yine Kuşeyrî'ye göre, "fevâtihü's-süver" (Sûre başlangıçları) ve "Kur’ân'ın tılsımları" sayılan "Hurûf-u mukattaa"nın kendilerine mahsus farklı anlamları vardır. Meselâ Bakara sûresinin başında bulunan ’in Âl-i İmran sûresindeki ’den başka bir anlamı vardır (Kuşeyrî, 1:10-11 [Mukaddime]).

Letâifü'l-İşârât tefsirinde yapılan yorumlar, denebilir ki aklî olmanın ötesinde, kalb gözü açık bir müfessirin ilhamlarının ürünüdür. Zira müellifin, önce yazmış olduğu et-Teysîr fî't-Tefsîr ismiyle bilinen et-Tefsîrü'l-Kebir adlı eseri, rivâyet ve dirâyet metotlarının neticesinde elde edilen bir mahsul iken, bu tefsir, ilâhî feyizlerin ve rabbanî ilhamların bir semeresi olmuştur. Kuşeyrî, bu tefsirinde, tasavvufta -büyük olsun küçük olsun- her ilmin Kur'ânî bir temeli olduğunu ihsas etmiş (a.g.e., 1:18), böylece, tasavvufun Grek, Fars, Hint, Hıristiyanlık vb. doktrinlerden ithal olmadığını ortaya koymuştur.

Kuşeyrî, "hakikat ilmi" dediği tasavvufun, "şer'î ilim"lere zıt olmadığını ispat etme hedefine bağlı olarak söz konusu tefsiri yazdığını belirtmiştir. Kuşeyrî tefsirinin diğer tasavvufî tefsirlerden farkı şudur: Diğerleri tasavvufî görüşlerini ispat için âyetlerin manâ alanını zorlarken, Kuşeyrî buna hiç tevessül etmemiştir. Yani âyetlere teslim olmak gerekirken, onları fikirlerini ispat sadedinde kullananlara ve tefsirlerini "felsefe meclisleri" hâline getirenlere uymamıştır (Kuşeyrî, 1:36 [Muhakkikin önsözünden]).

Besmele Hakkında Ön Bilgi

"Tesmiye" veya "Besmele", "Bismillâhirrahmanirrahim"i yazmak veya okumak anlamına gelen fiilinden mastar veya menhût bir kelimedir.1 "Eûzü/besmele" ise "Eûzübillâhimineşşeytânirracîm" cümlesiyle birlikte besmelenin ortak adıdır. Diğer dinlerde de "besmele"ye tekabül eden kelime ve tabirler vardır. Bu cümleden olarak Hinduizm'de "om" lâfzı; Yahudilikte "başem" ifadesi; Hıristiyanlık'ta "baba, oğul ve kutsal ruh" veya "Rab İsa'nın adıyla" ifadeleri, söz konusu dinlerde İsmâm'daki "besmele"ye mukabil olarak kullanılır (Yıldırım 1992, 5:529). İslâm'dan önce Araplar işlerine bazen "bismi'llât ve'l-Uzzâ" diye putlarının adıyla, bazen de "bismikallâhümme" diye başlarlardı (a.g.e., 5:530).

Kaynaklara göre, İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm'ın ilk devirlerinde de "bismikellâhümme/ ibaresi kullanılmıştır (Derman, Uzun, 5:533). "Bismillâhi mecrâhâ/

“ âyetinden (Hud 11/41) sonra Hz. Peygamber'in emriyle "bismillah/ " şeklinde " / bismihi" veya " " yazılıp söylenmiş ve bu şekil, besmelenin en kısa ifadesi olarak günümüze kadar ulaşan geniş bir kullanıma sahip olmuştur (Wensick, Mu'cem, "İsim" md.). Neml sûresinin "innehû min süleymâne ve innehû bismillâhirrahmânirrahîm/
" (Neml 27/30) âyetini takiben son şeklini almıştır (el-Kurtubî, 1:92).

Kur’ân-ı Kerim, ana konuları içinde ALLAH ile âlem, özellikle de insanlık âlemi arasındaki münasebeti de ele alır. Besmele'nin başındaki "ba" ( ) edatı bu münasebeti ortaya koymakta ve kulun Yaratanından yardım isteyerek hep O'na bağlı kalışını ifade etmektedir. Arapça cümle yapısı itibarıyla besmeleden önce "ba"nın ilgili bulunduğu mahzuf bir fiil vardır. Bu, besmele ile başlanacak herhangi bir fiildir: "Bismillah diye başlıyorum", "Bismillah diye kalkıyorum", "Bismillah diye okuyorum" gibi. Bu cümleden olarak sûrelerin başında bulunan besmelelerin mahzuf fiilinin, Kur’ân-ı Kerim'deki ilk nâzil olan âyetinin ilk kelimesi " /oku" olduğu kabul edilebilir (et-Taberî, 1:51; Şihabüddin Ahmed, 1:50).

Neml sûresinin 30. âyetinde geçen besmelenin Kur’ân'dan bir âyet olduğu icma ile kesindir. Ancak Tevbe sûresi istisna edilirse, Kur’ân'daki sûre başlarında bulunan 113 besmelenin her birinin müstakil birer âyet olup olmadığı meselesi âlimler arasında ihtilaflı olup, bu konudaki görüşleri dört grupta toplamak mümkündür:

1. Bu besmelelerden hiçbiri âyet değildir.

2. Her biri müstakil bir âyettir ve sûrelerin arasını ayırmak için nâzil olmuştur. Başında bulunduğu sûrenin bir cüzü de değildir. Son devir Hanefî âlimlerine göre bu görüş, İmam Ebû Hanife'nin görüşüdür.

3. Her biri başında bulunduğu sûreden bir âyettir. İmam Şafiî bu görüştedir.

4. Yalnız Fatiha sûresinin başındaki besmele bir âyet olup sûreye dahildir; diğerleri ise âyet değildir, teberrüken yazılmaktadır. Bu da yine Şafiî'ye nispet edilir (el-Cassas, 1:7; el-Kurtubî, 1:92-96).

Kuşeyrî ise, amelde Şafiî mezhebinden olduğu için yukarıda zikredilen görüşlerden üçüncüyü benimser (Letâif, 1:38). Sûre başlarındaki her besmeleyi müstakil birer âyet kabul eden Kuşeyrî, Kur’ân'da tekrarın olmadığına inanır ve ona göre, bir sûrenin başında bulunan besmele, diğerlerinden farklı anlamlar ihtiva eder. Kuşeyrî'nin bu besmele yorumunu çok orijinal bulduğumuz için, besmelenin kelimelerini ayrı ayrı ele alıp her bir sûrede kazandığı anlamlara temas edeceğiz.

Kuşeyrî, Tevbe sûresinin başında besmelenin olmamasını şöyle izah eder: ALLAH (c.c.), bu sûreyi "besmele"den tecrit etti ki, herkes, ALLAH'ın dilediğini dilediğine verdiğini, dilediğini dilediğine has kıldığını, dilediğini dilediği ile tek başına bırakabileceğini anlasın. O'nun yaratması, herhangi bir sebebe bağlı değildir. O'nun fiilleri, herhangi bir ihtiyaçtan da kaynaklanmaz. Bilinir ki, besmele âyet olarak Kur’ân'da nâzil olmuştur. Bazıları, bu sûrenin başında besmeleyi zikretmez. Çünkü bu sûre kâfirlere karşı ağır bir ültimatom ile başlar. Bununla birlikte, Kur’ân'daki "Beyyine", "Kâfirûn", "Hümeze" ve "Tebbet" gibi bazı sûreler de, ilk defa kâfirlerden bahisle başlamakta ve her birinin başında ise besmele yer almaktadır. Yalnız anlaşılan o ki, bu gibi sûrelerde kâfirler ve onlara olan ağır ithamlar anlatılsa bile, "Tevbe" sûresindeki gibi ağır bir "ültimatom" açık değildir. Bu yüzden, muhtevası "rahmetle dolu" olan besmele, bu sûrenin başında zikredilmemiştir. Zayıf bir görüşe göre ise, bu sûrenin besmele gibi bir âyetten tecrit edilerek yazılması, bir "ayrılık" ihtarıdır. En uygun olan ise, namazda besmeleyi terk etmekten korkmak gerekir. Zira namazda besmeleyi terk etmek, tam bir vuslata ve hakkiyle namaza kendini vermeğe manidir" (Letaif, "Önsöz").

Önce de ifade ettiğimiz gibi, Kuşeyrî, her sûrenin başında yazılı bulunan besmeleyi, o sûreden bir âyet kabul ederek ve Kur’ân sûrelerinin başlarındaki besmeleyi ayrı ayrı tefsir etmiştir. Kimi sûrelerin başlarındaki besmele yorumlarının diğer bazılarıyla aynı olduğu tespit edilmişse de, onun sûreye göre farklı yorumlarda genelde başarılı olduğu söylenebilir. Kuşeyrî'nin bu tarz bir besmele yorumu, diğer müfessirler arasında mevcut değildir. Dolayısıyla biz burada, her sûre başında bulunan besmele yorumunu "besmelenin kaldırılan (yazılmayan) elifi", "besmelenin ba harfi", "besmeledeki isim kelimesi", "besmeledeki ALLAH lâfzı", "besmelenin er-Rahmani'r-Rahim bölümü" ve nihâyet "besmelenin hepsi" olmak üzere altı başlık altında toplamayı ve Kuşeyrî'nin lâfızlarını tefsirî bir tercüme yapıp, farklı sûrelerin başlarındaki yorumları bu altı bölüme ekleyerek bir kompozisyon çıkarmayı deneyeceğiz.

1. Besmele'nin Kaldırılan/Yazılıp-Okunmayan elif'i

Besmelede bulunan "vasıl elifi"nin, -yani olması gerekirken, yazılıp okunmayan "ba" ile "sin" arasındaki "vasıl" elifinin- uygulamada bir yeri yoktur. Hattâ, yukarı doğru uzadığından, yazıda düşürülüp, "ba" doğrudan "sin"e bağlanmış ve böylece telâffuza ilk harf sükûna vasledilerek başlanmıştır. Şu kadar ki, lâfız olarak bulunmamakla birlikte, kendini hissettirmektedir. (Letâif, Ön. Ver., III:284)

2. Besmeledeki ba Harfi

Bismillah'taki "ba" harf-i vasıtalık ifade eder. Bu fonksiyonuyla, besmeleye şu anlamı katar: "Bütün hâdiseler, ALLAH'ın yaratmasıyla, O'nun sebepleri de yaratan olmasıyla ortaya çıkar; bütün yaratıklar, O'nun vücuda getirmesiyle meydana gelirler. Göz olsun iz olsun toz olsun, taş olsun balçık olsun, yıldız olsun ağaç olsun, resim olsun harabe olsun, hüküm olsun illet olsun, yaratılan hiçbir yaratık, tanzim ve koordine edilen hiçbir sistem yoktur ki, O'nun varlık vermesiyle vücuda gelmemiş bulunsun. Hakiki anlamda varlık, O'nun varlığı iledir. Hakiki anlamda hükümranlık O'nundur. Bu varlıklar Hak olan O'ndan geldi, yine Hak olan O'na gidecek. O'nu bir bilen bulur. O'ndan sapan inkârcı ise bilerek sapıtır. O'nu itiraf eden, O'na arif olur. O'ndan geri duran suç işler (a.g.e., Ön. ver., I:56)." İnsanlar, bismillâh lâfzını duyunca, "ba" ile ALLAH'ın onları her türlü kötülükten koruduğunu anlarlar. Kimileri de, "ba" harfiyle, O'nun eşsiz kıymetini hissederler.

"Ba" harfi, zâtında kesre ile harekelidir. Arapça'da hangi ismin başına gelirse onun sonunu kesre yapar. Yazı olarak, hattı da kısa bir çizgidir. Benzerlerinden ( ) kendini ayıran, noktasının "tek" olması, ayrıca ( ve )den farklı olarak, altta yazılmasıdır. Bu ise, "kıllet-azlık" belirtir. Noktasının alta konulmasıyla da, her bakımdan tevazu, yumuşak başlılık ve söz dinlemeye işaret eder. "Ba" harfinin, ALLAH'ın, hakikat ehlinin kalplerine doğdurduğu keşif ve keramet lütuflarını beyan anlamı verdiği de söylenir. Başkalarına gizli kalan bu "beyan" ile, "gayb" onlara açılır, "haber" onlara aynı ile ayan olur (a.g.e., Ön. ver., II:212)

Gramerde vasıtalık ve ilsak bildiren "ba" harfi, işaret eder ki, kim ne bilirse ALLAH'ın bildirmesi ile bilir. Kim nerde durursa, ALLAH'ın durdurması ile durur. Böylece ALLAH'a ulaşmak, O'nun ihsanı ile olur. Kim de O'ndan geri durursa, bu da yine, ALLAH'ın onu yardımsız bırakması iledir (a.g.e., Ön. Ver., III:165).
Besmele'deki "ba" harfinde, gerçek Muvahhidînin, âhiretteki çetin sorguya çekilmekten kurtulup, beraat edeceklerine de işaret vardır. Aynı zamanda "ba"nın, üzüntü sevinç, şiddet rahatlık, kısaca her hâlde "masivadan kopup ALLAH'a bağlanma" anlamında "inkıta"a da delâleti söz konusudur. (a.g.e., Ön. ver., I:339)

3. Besmele'deki isim Lafzı

"İsim" kelimesinin kökü konusunda ihtilaf edilmiştir. Kimi bunun, "ululuk, büyüklük" anlamına gelen mastar kökünden türemiş olabileceğini savunurken, kimi de "yanık, dağlama, damgalanma" anlamına gelen kökünden gelmiş olduğunu kaydeder (a.g.e., Ön. ver., I:64; II:5, III:164)). Önceki mânâya göre, "kim bu ismi zikrederse rütbesi en yüksek menzillere yükselir"; "kim bu ismi kavrarsa yüksek hallere mahzar olur", "kim bu ismi dilinden eksik etmezse himmeti âlileşir". Bu durumda rütbenin üstünlüğü, sevap ve hayırların çoğaltılmasını; keyfiyet üstünlüğü ise, nur ve sırların ortaya çıkmasını gerektirir. Yine âlî himmetlik, günaha bulanmaktan sakınmayı icap eder. İkinci manâya göre ise, "kim bu ismi zikrederse artık ibadet damgası ile mühürlenir"; "kim bu ismi artık dilinden düşürmezse irade mührü ile damgalanır"; "kim bu ismi severse özel hassalara sahip olur"; "kim bu ismin hakikatini kavrarsa ihtisas nişanesi ile bilinir". İbadetle dağlanmak ise, Cehennem ateşine girme korkusunun daha ileri olduğunu ima eder. İrade mühürlü olmak, çok istediği Cennet'in haşmetini çağrıştırır. Hassası dağlanmış olmak, bütün âleme üstün olarak yaratılan insanın gururunu kırmayı gerektirir. İhtisas nişanesi ise, gerçek Sultan'ın istilası anında tam teslimiyeti icap eder (a.g.e., Ön. ver., II:5, III:164).

Kim besmeleyi okumayı sürdürürse, Yüce ALLAH hakkındaki evhamları kalkar; kim de ondan uzak durursa ayrılığın ateşiyle kalbi dağlanır. Besmele'nin içindeki "ism" kelimesini işiten bir insan zahirî mücadeleleri anlar. Himmeti ile "müşahede" ufuklarına yükselir. Olup bitenlerin zahirini anlamaktan yoksun olan kimse, ALLAH'ın sırlarına ulaşmada himmetini kaybeder; "besmele" okumakla ondan doğacak latif halleri ve iç saffete ulaşılacak "kurbiyet"in" güzelliklerini yitirir. (a.g.e., Ön. ver., I:64-65)

İnsan dilinde, billah yerine, teberrüken denmiştir. Bu iki terkip arasında şu fark vardır. Âlimler, "isim" ile "müsemma"nın aynı olduğu inancındadır. Bu sebeple, ehl-i irfana göre, ALLAH'ın dupduru ve safî bir şekilde gönüllerde taht kurması için, kalbin bütün beklentilerden arınması; sırların, onların meydana gelmesine engel olacak şeylerden temizlenmesi gerekir. Kimileri besmelenin "ismi"nden, asfiyaya verilen sırrı; "mim"inden, ehl-i velâyete verilen cömertlik ve şükranı anlamışlardır. Böylece, ALLAH'ın onlara verdiği feza dolusu iyilikle (el-birr) O'nun sırlarını anlarlar; ALLAH'ın onlara verdiği şükran duygusuyla O'nun emrini muhafaza ve O'nun kadrini de böylece takdir ederler. İnsanlar, "Bismillâh"ı duyunca onun "sin"i ile, ALLAH'ın onları her türlü ayıptan selâmete çıkaracağını anlar; "mim" ile, O'nun ne büyük izzete sahip olduğunu kavrar ve O'nu sena ederler (a.g.e., Ön. ver., I:56). Kimileri de "sin" harfi ile onun erişilemez yüceliğini (senâ), "mim" ile O'nun hükümranlığını (Melik) hatırlarlar.

ALLAH'ın ismi duyulunca "heybet" ve "haşyet" hasıl olur. Heybet ise, "fena"2 ve "gaybet"i3 gerektirir (a.g.e., Ön. ver., II:91).
Bismillâh'da bulunan "sin", harekesi sakin olan bir harftir. "Ba" harfi ile birlikte düşünüldüğünde, der ki: "Tevazu ve alçakgönüllülüğü, cühd ve tevessülü kolayca nasıl elden bırakırsınız da, sonra kaderi bekleyerek huzurlu olursunuz? Zira ALLAH, iradeye, gayrete bakar. Rızasına uyana, ona göre muamelede bulunur. Bununla birlikte O, yine de sadece fazlından verir; her verdiği, O'nun fazl u ihsanıdır. Şu hâlde, "mim" harfi, eğer dilerse O'nun vereceği ihsanına işaret etmektedir. Lütuf ve ihsanda bulunmasa bile, sana düşen şey, ALLAH'ın takdirine uyman ve ona rıza göstermendir. "Mim" harfi, Hakk'a karşı muhabbete de işaret eder ki, O'nu sevmek elzemdir.

Her sevginin kaynağı da O'dur. Her kimde sevgi varsa, kendisine verilen bu sevgi ile sever. O'nun yönlendirmesi ile ister. O'nun dilemesi ile murad diler. Muvahhitlerin esrarla dolu manevî seyahatlerinde, mola yerinde deveyi çöktürürken "bismillâh" denir. Bir mahalde yerleştiklerinde, kutsiyetin bahçelerinde gıdalanır, üns'ün meltemleriyle soluk alırlar. "Bismillâh" sözü, dostların baharıdır ki, gülleri vuslat lütufları, diğer çiçekleri ise "kurbiyet"in taşmalarıdır (a.g.e., Ön. ver., II:211-212). "Bismillah"ı işitmek, kalbin rahatı ve ziyasıdır. Ruhların şifası ve devasıdır. "Bismillâh," ariflerin yol azığıdır. Onunla sıkıntı ve zorlukları geçerler. İstiklâlleri ve bekaları ona bağlıdır (a.g.e., Ön. ver., III:47).

"Bismillâh" öyle aziz bir Zât'ın ismini sertaç etmektir ki, kim O'na kulluk ederse cihad etmiş demektir. Kim ALLAH'ı isterse, baş koyup yattığı yastığına artık veda eder. Kim ALLAH'ı bilirse, artık O'ndan başka dostlarını bırakır. Kime "bismillâh" demek müyesser olursa, O'nun sevgisine kendini adar. Kim hakkıyla "bismillâh" derse, kendi ismini bile unutur. Kim "Bismillâh"a şahit olursa aklını da bu uğurda kaybeder. O öyle bir aziz isimdir ki, kalpler muhabbetine celp olmuştur. O'nun muhabbetine adanmayan her kalbin, erişeceği başka hiçbir çare kalmaz. "Bismillâh" diyen, kalbinde sebebini bilemediği bir vecde şahit olur (a.g.e., Ön. ver., IV:238).

Besmeledeki "sin", ayrıca gaybdan akıp gelenlerin altında, edep şartına riâyetle, muvahhidlerin "sükûn"larına işaret eder. "Mim" ise, ALLAH'ı hakkı ile bilen ve O'na itaati bir ahlâk hâline getiren muvahhidlere olan ihsana parmak basar (a.g.e., Ön. ver., I:339).

4. Besmele'de ALLAH Lafzı

Ehl-i tahkik, "ALLAH" isminin, müştak (türemiş) bir isim olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Daha çok kabul gören görüş, O'nun herhangi bir kelimeden türemediği ve Zât-ı Ecelli A'lâ'nın has ismi olduğudur. Bu ALLAH lâfzı marifet ehlinin kulağında çınlayınca, ondan ancak ALLAH'ın varlığı anlaşılır. Bu sözün gerçek anlamına kalbî müşahede ile yaklaşılabileceği bir hakikattir. İnsan, diliyle "ALLAH" deyince veya kulağına "ALLAH" sözü gelince, kalbi ile de "ALLAH"a şahit olur. "ALLAH" lâfzı ile "ALLAH"tan başkası anlaşılmadığı gibi, bu lafzı zikreden kimse de kâinatta ALLAH'tan başkasına şahitlik etmez.

"Lâ meşhude illâ Hû" hakikati burada belirir. Böyle olunca, artık o, lisanıyla ALLAH der, kalbi ile ALLAH'ı bilir, anlar; ruhu ile ALLAH'ı sever; "sır"rı ile ALLAH'a şahit olur; zahiri ile ALLAH'ın önünde eğilir, sırrı ile hakikat-i ilahiyi kavrar, "ALLAH" için "ALLAH"ta "halvet"e4 erer. Artık o kimsenin gönül dünyasında ALLAH'tan başka bir şey kalmamıştır. Mahv iklimine, "ALLAH"ta, "ALLAH" için, "ALLAH" ile bulunmak için yükseldiğinde Hak Sübhanehü rahmeti ile ona yetişir; ona "er-Rahman" ve "er-Rahim" sözü ile bu halin devamını, yok olmaktan korunmak ve kalpleri arındırmak için gereken yolu gösterir. Bundan böyle, tamamen "Fena"ya ermek için, Hak Sübhanehû'den ihsan ve lütufların gelmesi kesintisiz bir hal alır (a.g.e., Ön. ver., I:229-230).

"ALLAH" lâfzının manası, "ulûhiyet" yalnız O'nundur demektir. "Ulûhiyet," O'nun "Celâl" sıfatının bir gereğidir. Bu durumda, Bismillah'ın anlamı, "Kuvvet ve kudretiyle eşsiz ve tek olanın ismi ile" demektir. "er-Rahmanü'r-Rahim" ise, "yegâne ihsan ve yardım eden" demektir. "Ulûhiyet"'i işiten, bundan ALLAH'ın heybetini ve dilerse hey şeyi bir anda mahvedebilecek bir Rab olduğunu anlar. "Rahmet"ini duyan ise, O'nun tevfik ve inâyetiyle yakınlığını, ikramını ve bu sebeple ALLAH ile arasındaki ezelî ahde vefalı kalması, kâlûbelâ'da verdiği sözde durması gerektiğini anlar (a.g.e., Ön. ver., I:65). Artık, bu zikri duyduktan sonra ALLAH her kime lütufta bulunursa o kimse, "sahv" ve "mahv"5 arasında, "beka" ve "fena" mabeyninde gider gelir. İlâhî sıfatları keşfedince O'nun Celâl'ine şahit olur ki, bu durumda onun hâli, "mahv"; rahmet sıfatlarını keşfedince Cemâl’ine şahit olur ki, bu durumda onun hâli, "sahv"dır (a.y.).

ALLAH'ın ismi ile kalpler aydınlanır ve istiklâlini kazanır, yükselir. Yine bu isimle, bütün tasa, endişe ve tedirginlik zail olup dağılır. O'nun rahmetiyle ruhlar marifete erer ve rahat bir soluk alır. "Bismillâh" ile her arzu yerine gelir; "ALLAH'ın rahmeti"yle her şey maksudunu bulur (a.g.e., Ön. ver., II:154).

"Beyan" ve "hüküm" gereği olarak, besmelede "ALLAH" ismi, "er-Rahman" ve "er-Rahim" isminden önce zikredilmiştir. Bu durumda kul, O'nun dünyadaki rahmetiyle İlâhî marifete ulaşır. "Bismillâh", "billâh" anlamındadır. Böylece, ariflerin kalpleri, ALLAH ile nurlanır, yüzleri bu nur ile aydınlanır. Çılgınca ALLAH'ı sevenlerin kalpleri, "ALLAH" ile yanar tutuşur. Ayrıca bunlarda, ALLAH'ın rü’yetine müthiş bir şevk vardır. Vuslat ehli, "billâh" dediler ve neticede bu Hakk'ı arayanların varacakları yere vardılar (a.g.e., Ön. ver., III:238).

Kalpler ancak "ALLAH"ın ismini duyunca mutlu olurlar. Sırlar ancak ALLAH'ın varlığı ile aydınlanır. Ruhlar ancak ALLAH'ın celâlini görmekle şevke gelirler (a.g.e., Ön. ver., III:47).

Bismillâh, Hak olan ALLAH'ın varlığının kıdemini haber verir. "ALLAH" ismi, ezelde var olan bir Celâl'in varlığına delâlet eder. Ezelde mevcut olan bir Cemâl'i haber verir. Hiç zeval bulmayan birinin ihtimam ve ilgisini gösterir. Yokluk semtine uğramayan birinin "ihsan"ına işarette bulunur. İş böyle olunca "ârif" olan O'nun celâlini temaşa edip, kendinden geçer. Sofî olan cemâlini temaşa eder, hayatını böyle yaşar. Velî olan, ihtimamına şahit olur, mânen zenginleşir. Mürid olan, O'nun ihsanını müşahede eder, bu ihsan yettiği için artık başka bir şey istemez (a.g.e., Ön. ver., VI:313).

5. Besmele'nin er-Rahmânü'r-Rahim Lafzı

"Er-Rahmanü'r-Rahîm", ALLAH'ın hoşnutluk ve rıza ile tasarrufunu; güzel bir usul ile koruyup kollamasını haber verir. Böylece O'nun, kudretiyle, muradı ne dilerse icat edeceğini bildirir. ALLAH'ın birliğine inanan ve O'nun yegâne olduğunu anlayan da, O'nun yardımı ile emeline ulaşır (a.g.e., Ön. ver., II:296).

"Bismillâh"ın sadası "heybet" ve "gaybet"i gerektirir ki, bu, âbidlerin "mahv" vaktidir. "Er-Rahmani'r-Rahim"in sadası, "üns" ve "kurbet"i gerektirir ki, bu da, âbidlerin "sahv" ânıdır. Besmele'nin bütünü işitilince "mahv" ve "sahv" bir ubudiyet hattı üzerinde dizilirler (a.g.e., Ön. ver., IV:199).

"Er-Rahmanü'r-Rahîm", "huzur" ve "evbe"yi; yani Hakk'ın huzurunda bulunma ve kendinden geçmeyi, O'na dönüşü hasıl eder. Huzur ise yapısında "Beka" ve "Fena"yı bulundurur. Böylece, her kim "Bismillâh"ı işittiğinde, bu onu, ALLAH'ın Celâl'inin ortaya çıkmasıyla hayrete düşürür. "Er-Rahmani'r-Rahîm"i duyması ile de, ALLAH'ın ihsanının lütuflarıyla sağ salim yaşar (a.g.e., Ön. ver., II:91).

"Er-Rahmani'r-Rahîm"in sadası, kalplere peşin bir sevinç doldurur. Âbidler, bununla ıstırap ve tedirginlik hastalığından şifa bulur. Cinnetleri ALLAH'ın Celâli'nin müşahedesiyle ortaya çıktığı gibi, ıstırapları da ALLAH'ın Cemâli'nin lütfu içinde avdet eder (a.g.e., Ön. ver., IV:199-200).
"Er-Rahmanü'r-Rahim", kerem ve yüceliğini tanıtarak, ALLAH'ın bâki olduğunu haber verir (a.g.e., Ön. ver., VI:300). Nefisleri, karasevdalı yapar. Böyle olunca, artık ruhlar O'nun celâlinin keşfi ile "dehşet"e düşerler. Nefisler, O'nun cemâlinin lütfuna susarlar.


Notlar: 1) Edebî ıstılahta iki ve daha çok kelime kısaltılarak bir kelime yapılır. İşte buna "menhût (yontulmuş) kelime" denir. "Elhamdülillah" yerine "hamdele" vb. demek gibi. Bkz. Asım Efendi, Okyanûsü'l-Basît fî Tercümeti'l-Kamusi'l-Muhît (h. 1250), III, 142. 2) Üç mertebede ele alınan bu tabir, sırası ile: kulun sırf ALLAH'ın irade ve isteğine göre hareket etmesi, her şeyi ALLAH'ın tecellisi olarak görmesi, ALLAH'ın tecellilerinde kendini, kendi varlığını unutmasını ifade eder. 3) "Gaybet" sâlikin, Hak'tan gelen feyiz ve tecellinin çokluğu ve kuvveti sebebiyle çevresinin ve bizzat kendisinin ne yaptığını fark edemeyecek şekilde kendini kaybetmesidir. 4) Uzlet ile birlikte zikredilen "hâlvet", kalbi bâtıl itikatlardan, karanlık duygulardan, çirkin tasavvurlardan ve Hak'tan uzaklaştıran tahayyüllerden arındırarak, bütün masivaya karşı kapanıp, mânevî latifelerin dili ile Hakk ile sohbet anlamına gelir. 5) Sâlikin İlâhî varidatla kendinden geçmesine "mahv", bu mânevî tecrübeden sonra kendine gelip, şuur ve idrâk hâline dönmesine ise "sahv" denir. 6) Tasavvufta, aniden görülen mâşûkun heybetinden âşıkın aklının başından gitmesine ve ne yapacağını bilmez bir hâlde kalmasına "dehşet" denir.
Sayfa başına dön
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz